14 Mart 2016 Pazartesi

Osmanlı Padişahları Tarih ve Coğrafya - RELAX HACK- -Yardım Merkezi-

Osman Gazi



Babası : Ertugrul Gazi

Annesi : Hayme Hatun

Dogumu : Sögüt (M. 1258 - H. 656)

Vefatı : Bursa (M. .1326 - H. 726)

Saltanatı : 1299 - 1326 (27) sene

Devlet Sınırları : 95.000 km2 :


Osman Gazi, Ertuğrul Bey'in üç oğlundan birisidir. Osman Bey diğer kardeşlerinden büyük değildi, fakat adeta bir idareci olarak yaratılmıştı. Zira bu hususta çok büyük kaabiliyet sahibi idi. Babası vefat ettikten sonra diğer bütün beyler, ittifakla Osman Bey'i aşiretin reisi olarak tanıdılar.Osman Bey, beyliğin bayna geçtiği zaman,23 yaşında idi. Uzun boylu, geniş göğüslü, kaIın ve çatık kaşlı, elâ gözlü ve koç burunlu idi. Iki omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı, aşagı kısmına nisbetle daha uzundu. Çehresi yuvarlak ve teni buğday renginde idi.Büyük şeyhlerderi Edebalı'nın evinde misafir iken, istirahat için gösterilen odada, Kur'an-ı Kerim'i görünce, sabaha kadar saygısından yatmadığı ve geceyi uykusuz geçirdiği çok meşhurdur. şeyh bu durumdan cok memnun kaldığı için kendisini kızı ile evlendirmiş ve hayır dualar etmiştir.Osman Bey, 1287'de Karacahisar'ı fethetti.1280'de Domaniç'te Bizanslıları yenerek Bilecik'i fethetti ve Selçuklu Hükümdarı tarafından uç beyliğine verildi. 1299'da Inegöl fethedildi.Selçuklu Devleti yıkıldı ve Osman Bey müstakil beyliğini ilân etti. 1300'de Yenişehir ile Köprühisar, 1302'de ise Akhisar ve Koçhisar fethedildi.Osman Bey'e babasından kalan arazinin genişliği 4800 km. kare idi. Kendisi vefat ettiğinde ise, beyliğin toprak genişliği 16.000 km.kareye ulaşmytır.Vefat etmeden önce oğlu Orhan Bey'e şöyle vasiyet etmiştir ğullarıma ve bütün dostlarıma birinci vasiyetim Şudur ki; her zaman gazaya devam ederek, Din-i Celil-i İslâm'ın yüceliğini yaşatınız. Cihadın kemâline ererek, sancağı şerifi hep yüksekte tutunuz. Her zaman İslâm'a hizmet ediniz. Zira Cenâb-ı Hak benim gibi zayıf bir kulunu ülkeler fethetmek için memur etti. Gaza ve cihadlarınızla Kelime-i Tevhid'i çok uzaklara ***ürünüz. Hanedanımdan her kim, hak yoldan ve adaletten saparsa mahşer gününde, Rasülü Azam'ın şefâatinden mahrum kalsın. Oğlum! Dünyaya gelen hiç bir insan yoktur ki, ölüme boyun eğmesin. Bana da, Hz.Allah'ın emri ile şimdi ölüm yaklaştı. Bu devleti sana emanet ediyorum. Seni de Mevlâ'ya emanet ettim. Her işinde adaleti üstün tut.Vefatında 68 yaşında idi. Tarih ise, Ağustos 1326'yı gösteriyordu. (Allah rahmet eylesin.) Vefat ettiğinde geriye bıraktığı mal varlığı şunlardı : Bir at mrhı, bir çift çizme, birkaç tane sancak, bir kılıç, bir mızrak, bir tirkeş,birkaç at, üç sürü koyun, tuzluk ve kaşıklık.Osman bey vefat ettiği zaman zayıf bir rivayete göre, Söğüt'te babasmn yamna defnedilmiş ve Bursa alınırsa oraya defnini vasiyet etmişti. Bupun için 1326'da Bursa alındıktan sonra vasiyeti yerine getirilerek cesedi Bursa'ya nakledilip, Hisar'da (Saint Eli) namına yapılmış olan Gümüşlü Künbed'e defnedilmiştir. Fakat vekayün tetkikine göre vefatW ın 1326'da Bursa'nın teslim alınmasından sonra olduğu anlaşılıyor.

Osman Bey zamanında yaşayan Islâm büyükleri ilsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye'nin onuncu ve onbirinci halkalarını teskil eden, Hâce, Arif Rivgiri ve Hâce Mahmud İncir Fagnevi (k.s.)Hazretleri, şeyh Saadettin Cibavi, Bahaüddin Veled ve müellif Pehlivan Mahmud Poyraz.

Erkek çocukları :

Pazarlı Boy, Çoban Bey,Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey.

Kız çocukları:
 
Fatıma Hatun.


RELAX HACK -Yardım Merkezi-

Dünyadaki İklim Tipleri

Tarih ve Coğrafya

AKDENİZ İKLİMİ

Yazları sıcak ve kurak kışları ılık ve yağışlı özelliğe sahip olan bu iklim gerçek olarak Akdeniz ve Ege Bölgelerimizde görülür. Bu iklimin görüldüğü yerlerde şiddetli yaz kuraklıkları ve yüksek sıcaklık değerleri hakimdir. Yaz günlerinde sıcaklık değerleri çoğu kere 40°C üstüne çıkar. Ortalama sıcaklıklardaki değerler yanında en sıcak ve en soğuk ayın geneldeki değerleri batı kesimde Ege Bölgesinde daha düşüktür.
Bunun başlıca nedeni ise kıyının kuzeyden gelen soğuk baskınlarına açık olmasıdır.
Yıllık yağış tutarları ise 600-700 mm. arasındadır. Ancak Akdeniz'in batı kesiminde ve Ege Bölgesinde değerler biraz yüksektir (Marmaris 800 mm., Fethiye, Muğla 1200 mm.). Yağışlar genelde kış ile kışa yakın aylarda yağmur şeklindedir. Bu iklimin etki alanı Akdeniz Bölgesinde dağların kıyıya çok yakın ve paralel uzanması nedeniyle dar Ege Bölgesinde ise dağların kıyıya dik gelmesi etkinin iç kısımlara doğru genişlemesini sağlar.

Ülkemizin kuzeybatı köşesindeki Marmara Bölgesinde ise Akdeniz iklimi ile Karadeniz iklimi arasında geçiş tipi şeklindeki iklim görülür. Bu iklimde yazlar biraz serinlerken kışlar daha fazla soğumuştur. Bu bölgemizde de gene en yağışlı mevsim kıştır. Fakat yaz kuraklığı azalmıştır. Bazı yıllarda Edirne ve İstanbul'da yaz yağışlarının payının %15-%18'e kadar çıktığı görülür. Ayrıca Akdeniz ve Ege bölgelerimizde
çok ender olarak görülen don olaylarına bu bölgemizde daha sık rastlanır.


AKDENIZ İKLIMININ ÖZELLIKLERI
1. Yıllık ortalama sıcaklık 15 - 18°e civarındadır.
2. Temmuz ayı ortalama sıcaklığı 25°e'yi geçer.
3. Ocak ayı ortalama sıcaklığı, güneyde 100e, Ege kıyılarında 7 - 8°e civarındadır.
4. Yazın güneyden gelen çöl ikliminin etkisinde kaldığından, yağış oluşmaz.
5. Yağışların yaklaşık yarısı kışın, cephesel etkiye bağlı olarak Kasım - Nisan ayları arasında düşmektedir. (1000 mm)
6. Kıyıya paralel uzanan dağlar, nemli havanın kışın kıyıda yığılmasına yol açarak, kış yağışlarının uzun sürmesine neden olur.

AKDENIZ İKLIMININ GENEL ÖZELLIKLERI
Yazları sıcak ve kurak kışları ılık ve yağışlı özelliğe sahip olan bu iklim gerçek olarak Akdeniz ve Ege Bölgelerimizde görülür. Bu iklimin görüldüğü yerlerde şiddetli yaz kuraklıkları ve yüksek sıcaklık değerleri hakimdir. Yaz günlerinde sıcaklık değerleri çoğu kere 40°C üstüne çıkar. Ortalama sıcaklıklardaki değerler yanında en sıcak ve en soğuk ayın geneldeki değerleri batı kesimde Ege Bölgesinde daha düşüktür.


Bunun başlıca nedeni ise kıyının kuzeyden gelen soğuk baskınlarına açık olmasıdır. Yıllık yağış tutarları ise 600-700 mm. arasındadır. Ancak Akdeniz'in batı kesiminde ve Ege Bölgesinde değerler biraz yüksektir (Marmaris 800 mm., Fethiye, Muğla 1200 mm.). Yağışlar genelde kış ile kışa yakın aylarda yağmur şeklindedir. Bu iklimin etki alanı Akdeniz Bölgesinde dağların kıyıya çok yakın ve paralel uzanması nedeniyle dar Ege Bölgesinde ise dağların kıyıya dik gelmesi etkinin iç kısımlara doğru genişlemesini sağlar.

Ülkemizin kuzeybatı köşesindeki Marmara Bölgesinde ise Akdeniz iklimi ile Karadeniz iklimi arasında geçiş tipi şeklindeki iklim görülür. Bu iklimde yazlar biraz serinlerken kışlar daha fazla soğumuştur. Bu bölgemizde de gene en yağışlı mevsim kıştır. Fakat yaz kuraklığı azalmıştır. Bazı yıllarda Edirne ve İstanbul'da yaz yağışlarının payının %15 - %18'e kadar çıktığı görülür. Ayrıca Akdeniz ve Ege bölgelerimizde çok ender olarak görülen don olaylarına bu bölgemizde daha sık rastlanır.

GÖRÜLDÜĞÜ YERLER
Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler (Libya, Mısır ve Filistin hariç, buralarda görülmeme sebebi yer şekillerinin engebesiz olmasıdır.), Avustralya’nın güneybatısı, Güney Afrika Cumhuriyetinde Kap bölgesi, Şili’nin orta kesimleri ve Kuzey Amerika’da Kaliforniya çevresinde etkilidir.
Türkiye'de Akdeniz iklimi esas karakterini Akdeniz Bölgesi'nde, Torosların denize bakan yamaçlarında 800-1000 metre yüksekliğe kadar olan alanlarda gösterir. Daha yüksek alanlarda ise Akdeniz dağ iklimi görülür. Kıyı boyunca kuzeye gidildikçe karakterinde değişiklikler görülmekle birlikte, kıyılar ve içeriye doğru uzanan grabenler boyunca görülür. Marmara Bölgesi'nde ise Güney Marmara kıyıları ile Trakya'nın Ege kıyılarında görülür.


RELAX HACK -Yardım Merkezi-

TÜRK'ün anlamı

Tarih ve Coğrafya

TÜRK'ün anlamı

Türk adına çeşitli kaynak ve araştırmalarda türlü manalar verilmiştir.
Çin kaynakları Tu-küe (Türk)'ü miğfer olarak , İslam kaynakları ise ses benzetmesine dayanarak terkedilmiş,olgunluk çağı ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar üretmiştir.
XIX. asırda A. Vambery'nin ilmi izaha yakın olan fikrine göre ise Türk kelimesi "TÜREMEK" ten gelmektedir. Zira Gökalp bunu "TÜRELİ" yani kanun ve nizam sahibi olarak açıklamıştır.

Ancak Türk sözünün cins isim olarak "GÜÇ-KUVVET" manasında olduğu, buradaki Türk kelimesinin milletin adı olan "Türk" kelimesi ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüştür. Bu iddia Kök-Türk kitabelerinin çözücüsü olan V. Thomsen tarafından kabul edilmiş,aynı iddia G. Nemeth'in tetkikleri ile de ispat edilmiştir.

Ayrıca Türk kelimesinin cins isim olarak "ALTAYLI" (Ceyhu ötesi Turanlı) kavimlerini ifade etmek üzere 420 yıllarına ait bir Pers metninde,daha sonradan 515 hadiseleri dolayısıyla "Türk-Hun"(Kudretli-Hun) tabirleride geçtiği bilinmektedir. 

İran kaynaklarında Türk sözü "Güzel İnsan" karşılığında kullanılırken, XI. yy'da Kaşkarlı Mahmut "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini " belirterek,"Gençlik,kuvvet,kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin "Güçlü-Kuvvetli" anlamına geldiğini kabul etmektedirler

RELAX HACK -Yardım Merkezi-

Osmanlı Devleti'nde istihbarat

Tarih ve Coğrafya

Osmanlı Devleti'nde istihbarat

Karakol Cemiyeti
Teşkilât-ı Mahsusa
Yıldız İstihbarat Teşkilatı


Karakol Cemiyeti
Karakol Cemiyeti, Mütareke dönemi Osmanlı istihbarat örgütü.

İstanbul'un işgalinde sonra milli uyanışın başlaması ile kişiler kendi kendilerine çeşitli örgütler kurmuştur. Bu örgütlerin birisi de ‘karakol’ örgütüdür. Bu örgüt ve diğer örgütlerin birleşmesi ile bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı kurulmuştur.

I. Dünya Savaşı'ndan sonrakli Yüzbaşı Bahâ Said, Albay Galatalı Şevket ve Yenibahçeli Şükrü Beyler gibi İttihadçı kişiler bulunmakta idi. Kısa zamanda örgütlenme çalışmalarını tamamsiklışmalarında bulunması sebepleriyle Anadolu Ordusu kadrosuna alınmamış, 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgali sırasında da liderlerinin tutuklanmaları ile büyük bir darbe yemiş ve son olarak da Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin kararlarını uygulamak için seçilen Heyet-i Temsiliye'nin emri üzerine faaliyetlerine son verilmiştir.

Ayrıca Cumhuriyet döneminde, Atatürk suikastinin arkasında da bu örgütün olduğu iddia edilmiştir.


Karakol kuruluyor

Düşman gemileri 13 Kasım 1918`de artık İstanbul limanlarında demirlemiş durumdadır. 15 Mayıs 1919`da düşman İzmir`dedir. Halk bıkkın, yılgın, kararsız, Osmanlı Saltanatı aciz, belki ondan da vahimi düşmanla anlaşma yollarını aramaktadır. İngilizler ile onları destekleyen veya onların desteklediği gizli servisler askerlerin gidemediği yerlerde, İstanbul merkezli bir harekat ile Anadolu`da Osmanlı`dan kalan her karış toprak parçasında bir işgal ve nüfuz kavgasına girişmişlerdir. İttihatçı ve Teşkilatı Mahsusacı avı başlatılmıştır. Türk kurum, kuruluşları işletilmez hale getirilmiştir, korunmak gerekmektedir. Çareyi İttihatçılar ile Teşkilat-ı Mahsusacılar birlikte bulurlar. Ortak düşmana karşı ortak mücadele verilecektir. Teşkilat-ı Mahsusa`nın son başkanı Hüsamettin Ertürk`ün de içinde bulunduğu yeni bir örgüt kurulacaktır. Örgütün kuruluşundan ülkeden kaçan Enver, Cemal ve Talat Paşalar haberdardır. Talat Paşa`nın da oluruyla İttihatçıların ünlü iaşe nazırı Kara Kemal ile Kurmay Albay Kara Vasıf Bey ilk görüşmeleri yaparlar. Daha sonra yeni örgütün kurulması için yapılan çalışmalarda bir öncü daha belirlenir. Bu kişi Karadeniz Boğaz Komutanı Galatalı Şevket Bey`dir.Yeni örgütün kuruluş toplantısı 5 Şubat 1919 tarihinde Avukat Refik İsmail Bey`in Sultanhamam`daki yazıhanesinde yapılır. Toplantıda Galatalı Şevket Bey örgütün başkanlığına seçilir. Örgütün adı Baha Sait Bey`in isteği üzerine Kara Vasıf Bey ve Kara Kemal Beyler`in adından esinlenilerek karakol olarak belirlenir. Örgüt öncelikle İttihatçılara ve Teşkilat-ı Mahsusacılara karşı girişilen saldırılara karşı koyacaktır. Ancak bu yapılanma giderek genişler. Bireysel savunmanın yerini Anadolu`nun düşmandan kurtarılması için genel bir karşı koyuş alır. Burada örgüt, Karadeniz kıyıları, Ege ve Doğu Anadolu`da güçlü bir şekilde örgütlenir. Bu örgütlenme adeta ittihatçıların yeni bir yapılanmasıdır. İstanbul ve Anadolu`da halk üzerinde yapılan çalışmalarda, işgal kuvvetlerine karşı konulması gerektiği vurgulanır.Türk kökenli en büyük istihbarat gücü olan Karakol Örgütü`nün kuruluş şeması ve çalışmaları şöyledir.Kurucusu ve Başkanı Albay Kara Vasıf. Yönetim Kurulu Üyeleri: Albay Galatalı Şevket, Yarbay Kemalettin Sami Gökçe, Yarbay Edip Servet Tör, Baha Sait, Kara Kemal, Binbaşı Ali Rıza, Binbaşı Ali Çetinkaya.......Üsküdar Grubu Başkanı Yenibahçeli Şükrü Oğuz, Topkapı Grubu Başkanı Yarbay Hüsamettin Ertürk(sonra Albay), İslam Kadınlar Birliği Başkanı Naciye Faha Hanım sayılabilecek başlıca isimlerdir.Başlıca Müfrezeler ve Önde Gelen Adlar: Yahya Kaptan, Küçük Arslan, Büyük Arslan, İpsiz Recep, Bulgar Sadık, Dayko, Yüzbaşı Nail, Yalovalı İbo, Gebzeli Rıfat Kaptan, Kuşçubaşı Eşref önde gelen isimler olarak sayılabilir.

Teşkilât-ı Mahsusa
Teşkilât-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa'ya bağlı olarak kurulan gizli teşkilattır. İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve İslamcı siyasi görüşleri doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme, suikast eylemlerinde bulunmuştur. Çeşitli tanık ifadelerine göre 1911'den itibaren etkin olmuş, 5 Ağustos 1914'te Harbiye Nezaretine bağlı resmi bir örgüte dönüştürülmüştür. 8 Ekim 1918'de İttihat ve Terakki hükümetinin iktidardan ayrılması ile birlikte Teşkilât-ı Mahsusa da resmen tasfiye edilmiştir. Kurucusu Dara Eminzade'dir.

Teşkilât-ı Mahsusa'nın Trablusgarp'ta İtalyanlara, Batı Trakya'da Bulgar ve Yunanlılara, Mısır ve Irak'ta İngilizlere karşı direniş örgütleme çalışmaları kısmen belgelenmiştir. Buna karşılık 1915 Ermeni Tehciri'nde Teşkilât-ı Mahsusa'nın oynadığı rol, sıklıkla dile getirildiği halde, ayrıntılarıyla ortaya konabilmiş değildir. Teşkilât-ı Mahsusa hakkında tek köklü araştırmanın yazarı olan Philipp Stoddard'a göre, Teşkilât-ı Mahsusa Ermeni tehcirinde hiçbir rol oynamamıştır. Guenter Lewy Stoddard'la 2001 senesinde görüştüğünü ve Stoddard'ın hâlâ aynı görüşü savunduğunu bildiriyor.

I. Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'da oluşturulan Kuva-yi Milliye ve Müdafaa-i Hukuk gruplarının önde gelen liderlerinin hemen hepsi Teşkilât-ı Mahsusa üyesi olduğu bilinen kişilerdir. Buna rağmen Teşkilât-ı Mahsusa ile Milli Mücadele arasındaki örgütsel ilişki yeterince incelenmemiştir.Teşkilatın kurucusu Enver Paşa'dır. Başında ise Hüsamettin (Ertürk) Bey bulunmaktaydı.

Bilgi Kaynakları

Teşkilât-ı Mahsusa'ya ilişkin tek akademik çalışma, Dr. Philip Stoddard'ın 1963 tarihli doktora tezidir. Teşkilat ileri gelenlerinden Eşref Kuşçubaşı ve Hüsamettin Ertürk'ün anıları yayımlanmıştır. Rauf Orbay'ın anılarında da İran-Afganistan operasyonları hakkında bilgi bulunur. Galip Vardar'ın İttihat ve Terakki İçinde Dönenler (1960) kitabı, yanlı olmakla birlikte değerli bir bilgi kaynağıdır. Hamza Erkan, Bir Avuç Kahraman (1946) kitabında, Süleyman Askeri'nin Irak macerasına ilişkin geniş bilgi verir. Mustafa Balcıoğlu'nun da Teşkilât-ı Mahsusa ile ilgili kitapları vardır.

Teşkilât-ı Mahsusa arşivi elde değildir; 1918'de İttihat ve Terakki liderlerinin yurt dışına gitmeden önce imha edildiği ileri sürülür. Mütareke döneminde İstanbul'da yapılan Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinde teşkilata ilişkin birçok iddia dile getirilmiş ve tanıklar dinlenmiştir. Divan-ı Harp tutanaklarının bir kısmı Taner Akçam tarafından yayımlanmıştır. Taner Akçam'ın yaptığı araştırmaya göre Teşkilât-ı Mahsusa'nın koruması altında olan bir aile Manisa'ya yerleştirilmiştir. Ailenin kimliği gizli tutulmakta ve CIA kayıtlarına göre Manisa Yuntdağ civarında bulunmaktadır.

Amaç ve Örgütlenme

Örgütün ilk başkanı olan Hüsamettin (Ertürk) Bey Teşkilât-ı Mahsusa'nın kuruluş amacını şöyle tanımlar:
“ "Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa'nın bir yandan Emiri Efendi'nin İttihat ve Terakki programındaki panislamizminden, diğer taraftan da Ziya Gökalp'in pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır." „


Teşkilât-ı Mahsusa'nın kurucusu olan bu kişinin kimliğinin gizlenmesi kafalarda hep soru işareti olarak kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerin Basra'yı ele geçirmesi üzerine, Teşkilât-ı Mahsusa liderlerinden Süleyman Askeri, Kürt ve Arap aşiretlerinden derlenmiş bir çeteyle İngilizlere karşı vur-kaç saldırıları düzenlemiş, Abadan'daki petrol tesislerini yakmıştır. Buna tepki olarak harekete geçen İngilizler, 12-14 Nisan 1915'te Türk ordusunu Şuaybe'de ağır bir yenilgiye uğrattılar. Süleyman Askeri, yenilgi üzerine 14 Nisan tarihinde tabancasıyla intihar etmiştir.

29 Nisan 1916'da Halil Paşa komutasındaki Osmanlı 6. Ordusu'nun İngiliz birliklerini Kut'ül Ammare'de yenilgiye uğratıp esir almalarından sonra, Nuri Paşa ve Rauf Bey yönetiminde bir Teşkilât-ı Mahsusa birliği savaşta tarafsız olan İran ve Afganistan'a girerek burada yerli kuvvetlerden oluşturacağı birliklerle İngilizleri arkadan vurmayı denedi. Mareşal Liman von Sanders'e göre bu macera, Irak'taki Türk yenilgisinin nedenlerinden biri oldu.
Ermeni Tehciri'nde Teşkilât-ı Mahsusa

Ermeni soykırımı iddialarını savunan tarihçilere göre, bu gizli teşkilat iddia edilen soykırımı gerçekleştirmekte kullanılmıştır. İddialara göre, Talât Paşa hükümetinden sonra yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa teşkilatın tüm belgelerini yok etme emri vermiştir. Teşkilât-ı Mahsusa'nın iddia edilen soykırımı gerçekleştirmiş olan örgüt olduğu iddiası, Andonyan belgeleri ve 1919/1920 İstanbul savaş mahkemeleri yanında, soykırım tezini ispatta kullanılan başlıca iddialardan biri. Guenter Lewy'nin verdiği bilgilere göre, Teşkilât-ı Mahsusa hakkındaki iddiaların belgelerde doğrudan dayanağı bulunmuyor, ancak bu iddialar, bu belgeleri okuduğunu belirtenlerin kuşkulu varsayımlarına dayanmaktadır. Lewy, soykırım tezinin savunucularından olan Vahakn Dadrian'ın, orijinal kaynakların olanak vermeyeceği varsayımlarda bulunduğunu bildiriyor.

Stoddard'a göre, Teşkilât-ı Mahsusa, Ermenilerin sınır dışı edilmesinde herhangi bir rol oynamamıştır.

Teşkilât-ı Mahsusa'nın Kadrosu

14 Kasım - 23 Kasım 2005 tarihleri arasında Yeni Şafak gazetesinde Abdullah Muradoğlu tarafından Teşkilât-ı Mahsusa hakkında 10 bölümlük bir yazı dizisi yayınlanmıştır. Bu yazı dizisine göre Teşkilât-ı Mahsusa'da görev yapmış ünlü kişilerden bazıları şunlardır: Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Zenci Musa, Yakub Cemil, Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi Musallimi, İsmail Canbulat, Piyade Subayı Rasuhi Bey, Filibeli Hilmi Bey, Şerif Burgiba, Arabistan'da İbn ür-Reşit, Nuri Killigil ve Halil Kut Paşalar, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim Sami, "Kel Ali" lakaplı Ali Çetinkaya, ilk tayyareci şehitlerden Sadık Bey, Çerkes Reşit Bey, Ahmet Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay.

Yaygın örgütlenen, hatta I. Dünya Savaşı sırasında askeri birlikler oluşturulan Teşkilât-ı Mahsusa'nın, en geniş örgütlendiği zamanda çeşitli İslam ülkelerindekilerle birlikte 30 bin üyeye ulaştığı öne sürülür.

Yıldız İstihbarat Teşkilatı

Yıldız İstihbarat Teşkilatı 1880 yılında dönemin Osmanlı padişahı II. Abdülhamid Han tarafından kurulmuş, Türk tarihinin ilk organize istihbarat teşkilatıdır.

Tarihçe
O dönemde gelişen iç ve dış olaylar, Abdülhamid'i, doğrudan kendisine bağlı bir istihbarat teşkilatı kurmaya sevk etmişti. Bu olaylara örnek kendi veziri dahi başkalarının adına ve devlete karşı çalışır olmuştu. Bunun sonucu olarak Yıldız İstihbarat Teşkilatı kuruldu. Teşkilat, emsallerinden farklı olarak devlete değil tek bir kişiye, Abdülhamid Han'a hizmet veriyordu. Teşkilat daha sonra, Abdülhamid lehine çalışanlar ve aleyhine çalışanlar olmak üzere ikiye ayrıldı. Teşkilat, ülke içerisinde özellikle Ermeni komitacılara karşı istihbarat faaliyetlerinde bulunmaktaydı. Bununla beraber yurt dışında da oldukça iyi organize olmuştu. Paris, Roma, Londra gibi çeşitli merkezlerde, başta Jöntürkler olmak üzere, saray aleyhtarı kişi ve kurumları yakından takip etmekteydi. Çok kısa sürede geniş bir coğrafyaya yayılan hafiyeleri sayesinde saraya, ayda 3000'den fazla jurnal gelmekteydi. Teşkilat, 1908 yılında Abdülhamid Han'ın tahttan indirilişine kadar faaliyetlerine devam etmiştir. Abdülhamit tahtan indirilince Enver paşa ve tayfası tarafından yıldız istihbarat teşkilatı kapatılmıştır.
Döneminde, teşkilatın icraatları için jurnalcilik ya da ispiyonculuk tanımlarını kullanarak karşı çıkanlara cevaben Abdülhamid Han, hatıratında bu kurumun kuruluşuyla ilgili şöyle demektedir :

Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir İstihbarat Teşkilâtı kurmaya, bu düşünce ile karar verdim. İşte düşmanlarımın Jurnalcilik dedikleri teşkilât budur


Teşkilat kaldırıldıktan sonra yüzbinlerce istihbarat bilgisi saraydan alınarak yakılmıştır.


RELAX HACK -Yardım Merkezi-

Osmanlı'da Kadın Sultanlar

Tarih ve Coğrafya

II. Mahmut'un Annesi Nakşidil Sultan:

1768 - 1817 yılları arasında yaşamıştır. I. Abdülhamit'in eşi ve Padişah II. Mahmut'un annesidir.

Fransız asıllı olduğu düşünülen Nakşidil Sultan, Osmanlı kaynaklarında padişah II. Mahmut'un öz annesi olarak bilinmekle birlikte, bazı batı kaynaklarında II. Mahmut'u evlat edinerek yetiştiren kadın olarak öne sürülmüştür. II. Mahmut 1808 yılında tahta çıkınca Nakşidil Sultan "Valide Sultan" oldu. 22.Ağustos.1817 tarihinde vefat etti. Cenazesi İstanbul Fatih Camii Nakşidil Sultan Türbesi'ne gömüldü.

Nakşidil Sultan'ın kökeni, ölümünden sonraki yıllarda batı ülkelerinde birçok söylentiye yol açmış, çok sayıda romana konu olmuştur. Bu söylentiler, nakşidil Sultan'ın genel olarak Fransız İmparatoru Napolyon Bonapart'ın eşi Josephine'in kuzeni olduğu yolunda yoğunlaşmaktadır. Söylentilere göre Nakşidil Sultan 1768 yılında Aimee Dubuc de Rivery adıyla Fransa'nın bir kolonisi olan Martinique adasında zengin bir ailenin kızı olarak doğmuştu. Sonradan Napolyon Bonapart'ın eşi olacak olan Josefine, Aimee'nin kuzeniydi. Aimee, Fransa'ya eğitim için yollanmıştı. Bir gün Fransa'daki okulundan ülkesine geri dönerken Mayorka açıklarında seyahat etmekte olan gemiye Cezayirli korsanlar saldırarak onu esir aldılar. Daha sonra Aimee, Cezayir'in beyi tarafından padişaha hediye olarak İstanbul'a gönderildi. Haremde Nakşidil Sultan adını aldı. Günümüzde Martinique adasını ziyaret eden turistlere, dünyanın iki büyük imparatorluğunun en yüksek düzeyine yükselmiş iki kuzen olan Josephine Bonapart ve Nakşidil Sultan'ın o adada doğmuş olduğu anlatılmaktadır. Bu söylenti ada için önemli bir ilgi alanı haline gelmiştir.

Safiye Sultan:

Safiye Sultan asıl adıyla Sofia Baffo 1530'ların sonunda Venedik'te dünyaya geldi. O da Korsanlar tarafından kaçırılıp Osmanlıya getirildi. 10.Kasım.1605'te vefat etmiştir. III. Mehmed'in annesi Valide Sultan ve III. Murat'ın eşidir.

Safiye Sultan Osmanlı İmparatorluğu'nun en parlak döneminde Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın torunu, II. Selim ile Nurbanu Sultan'ın torunu oğlu veliaht Murat ile yaşadığı fırtınalı aşkla adını duyurmuş bir kadındır.

Çok zengin bir ailenin tek ****** olan safiye Sultan (babası bir vali idi) dönemine göre oldukça iyi koşullarda bir eğitim aldı. Henüz 14 yaşında iken Akdeniz'de gemiyle yapılan bir seyahat sırasında Osmanlı Korsanları tarafından kaçırıldı. Bir yıl sonra ise kendisini istanbul'da bir köle pazarında bulan genç Sofia'nın güzelliği Osmanlı imparator'u Sarı Selim'in karısı ve veliaht III. Murat'ın annesi Nurbanu Sultan'ın kulağına kadar geldi. Manisa sancağındaki genç veliaht Murat'ın kendisini afyon ve esrara vermiş devlet meselelerinden uzak pasif karakteri annesi Nurbanu'yu düşündürmekteydi. Nurbanu Sultan, Sofia'yı görür görmez onun oğlu için aradığı kız olduğuna karar verdi ve bir servet ödeyerek kızı satın aldı. İki yıl süreyle haremde eğitim gören Sofia'nın adı Safiye olarak değiştirildi. 17 yaşında III. Murat'a sunulan Safiye, beline kadar uzanan sarı saçları, iri gözleri ve uzun boyuyla, beyaz teni ve yürüyüşüyle Murat'ı kendisine aşık etti. Hemen ardından Osmanlı İmparatorluğ'nun gelecekteki padişahı III. Mehmed'i doğurarak saraydaki yerini sağlamlaştırdı. Sakindi ama gizliden Nurbanu'ya karşı planlarda kuruyordu. Güç onun istediği tek şeydi ve ona aşık olan Murat bunu ona en iyi sağlayacak kişiydi.

III. Murat tahta geçince baş kadın oldu. Büyüleğici güzelliği yanında parlak zekası sayesinde büyük bir nüfuz sahibi oldu. Özellikle kayınvalidesi Nurbanu Sultan'ın ölümünden sonra Osmanlı Devleti'ni kapı arkasından yönetti ve istediği her kararı aldıttı. Kayınvalidesinin Venedik yanlısı siyasetini devam ettirdi. İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth dahil birçok yabancı liderlerle haberleşti. Kocası öldüğünde oğlu III. Mehmed valisi olduğu Manisa'dan İstanbul'a gelene kadar kocasının ölümünü gizli tuttu. 1599 yılında Kraliçe I. Elizabeth'in Safiye Sultan'a süslü bir at arabası ve oğlu III. Mehmed'e de bir org hediye ettiği bilinmektedir. Oğlu III. Mehmed ölünce torunu I. Ahmet onu eski saraya gönderdi. 2 yıl sonra 1605 yılında öldü. Cenazesi İstanbul Ayasofya Camii'nde III. Murat türbesinde gömüldü.

RELAX HACK -Yardım Merkezi-

Türk Büyükleri

Tarih ve Coğrafya

MEHMET AKİF ERSOY:

İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur. 1873’te İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır. 

Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 

1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı. 

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. 

Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü. 

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur. Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır. Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır...
Eserler :


Safahat, 1911; Süleymaniye Kürsüsünde, 1911; Hakkın Sesleri, 1912; Fatih Kürsüsünde, 1913; Hatıralar, 1917; Âsım, 1919; Gölgeler, 1933

iSTiKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, c*, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal.

işte eserlerin eseri..

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da zuldür bu rezil istilâ!
Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber...

Mehmet Akif Ersoy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder